Herkesin güneyde yaz tatili yaptığı bu günlerde biz bir çılgınlık yapıp aile dostlarımızla Doğu Karadeniz turu yapmak üzere yola çıktık. 6 gün 5 gecelik bir tur sonunda anladım ki,
doğa katledilmeden, insanlar sevgi, saygı ve dayanışmayı kaybetmeden de şehir yaşantıları olabiliyormuş, insana yeşil gerçekten
huzur veriyormuş. Ben celdum, cittum, cördum ve sıra size tüm bunları anlatmaya geldi!
Trabzon
Turumuzun ilk durağı Trabzon'du. Uçaktan iner inmez şehir turumuza Sümela Manastırı ile başladık.
Şehir merkezinden Sümela'ya doğru ilerlerken Coşandere tüm coşkusuyla size eşlik ediyor.
Sümela Manastırı'nın tarihçesiyle ilgili bir çok rivayet var, bu rivayetlerin büyük çoğunluğu Meryem Ana ile ilgili olduğundan buranın bir diğer adı da Meryem Ana Manastırı imiş. Manastıra araçla ulaşmak çok rahat, ama isterseniz buraya yürüyerek ve orman kokusunu içinize çekerek de ulaşabilirsiniz.

Sümela Manastırı sizi muhafız odaları ile karşılıyor ve tırmandıkça sırayla kütüphane, fırın gibi bölümleriyle karşılaşıyorsunuz. Ancak bu bölümler çok küçük odacıklar olduğundan kalabalık dönemlerde
(bkz. Şeker Bayramı) girmesi ve çıkması bir ızdıraba dönüşen yerler olabiliyor. Manastır içinde ilerledikçe çevreniz renklenmeye başlıyor çünkü Ana Kaya Kilise'ye ulaşıyorsunuz. Ana Kaya Kilise'nin hem dışı hem de içi fresklerle kaplı. Her ne kadar bu rengarenk görüntü size mutluluk verse de fresklere yaklaştıkça mutluluğunuz yerini hayal kırıklığı ve utanca bırakıyor. Ne yazık ki yerli turistler bu fresklerin üzerine isimlerini kazımış ve bu çok tarihi eserlere geri döndürülemez zararlar vermişler. Bu durum o kadar önüne geçilemez bir hale gelmiş ki, manastırın her yanı bu konuda gezenleri ikaz eden, fresklere yazı yazılmaması gerektiğini hatırlatan tabelalarla dolu :(


Ana Kaya Kilise'yi gezdikten hemen sonra karşınıza sırasıyla şapel, yemekhane ve rahip odası çıkıyor. Yamaca doğru olan bu odalara girdiğinizde küçük pencerelerden manzara fotoğrafları çekmenizi tavsiye ederim, çünkü Sümela gerçekten eşi benzeri olmayan bir manzara üzerine konumlandırılmış. Bizim Sümela turumuz bu kadar sürmüştü ancak yöre halkının söylediğine göre manastır aslında daha geniş bir alan kaplıyormuş. Restorasyon sırasında bu alanın büyük bir bölümü zarar görmüş ve bu nedenle ziyarete kapanmış. İnsan bu hikayeleri dinledikçe aslında turizm konusunda ne kadar umursamaz olduğumuzu anlıyor, umarım bu hatalar en yakın zamanda giderilebilir.
Trabzon'da bir diğer uğrak yerimiz ise Sümela'nın daha da yukarısındaki yaylalar oldu. Bu yaylalar Ayder gibi turistik amaçla gezilen yerler değildi, tam da bu sebeple çok daha samimi ve sıcak geldi bize. Yine tur rehberimizin ilettiği bilgiye göre bu yaylada Trabzon'da su gücünden elektrik elde eden ilk kişi ikamet ediyormuş. Kendisi yoldan geçerken bize selam verdi ama ne yazık ki durup hikayesini dinleyemedik.
Akşam yorgunluğumuzu Hamsiköy'de yörenin ünlü sütlacını yiyerek attık. Hamsiköy'de adım başı sütlaç yiyebileceğiniz mekanlar var, biz çok yorgun olduğumuzdan bulduğumuz ilk sütlaççıya oturduk, sonuçtan da çok memnun kaldık.

Bu şehirden ayrılmadan önce son durağımız ise Uzungöl'dü. Uzungöl ve çevresi ne yazık ki çok binalaşmış ve göl doğal güzelliğini bu binalar arasında kaybetmiş. Göle tırmanan yolda trafik o kadar sıkışıktı ki İstanbul köprü trafiğini aratmıyordu desem hiç de abartmış olmam. Öyle ki, arabalar yokuş yukarı olan bu yolda sürekli frene asıldığından fren balatası kokusu bu bölgenin en akılda kalıcı özelliği oldu. Ama bunların hiçbiri burada fotoğraf çekmemize engel değildi tabi ki :)
Gümüşhane
Aslında planlarımız arasında Gümüşhane'yi gezmek yoktu ama bir anda kendimizi Karaca Mağarası yollarında bulduk. Bu yol üzerinde de o meşhur Zigana Geçidi'nden geçme fırsatını yakaladık. Trabzon - Gümüşhane yolunda giderken Zigana Geçidi'nde dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var:
Hız yapmamak. Geçit biter bitmez keskin bir viraj var ve ne yazık ki hızla gelen araçlar bu virajı dönemeyip kaza yapıyorlarmış. Kamu spotu da yaptıktan sonra gezimizi anlatmaya devam edebilirim :)
Karaca Mağarası kelimelerle anlatılamayacak bir güzelliğe sahip. Suyun aşındırması ile oluşan birçok farklı şekli bir arada yeraltında görebiliyorsunuz. Şekillerin birçoğu sarkıt ve dikitlerden oluşuyor ve manzara gerçekten büyüleyici. Işıklandırmalarla da bu görsellik çok ustaca yansıtılmış. Bu mağaranın tek kötü yanı fotoğraf çekimine izin verilmemesi, ama buna da iyi tarafından bakarsak resimlerle yetinmeyip mağarayı gezip görmeniz adına bu bir fırsat!
Gümüşhane'de geçirdiğimiz 1.5 saat içinde bir de "köme" diye muhhteşem bir tatlıyı öğrendim. Cevizli pestil diye de adlandırabiliriz ama yöresel adı kömeymiş. Artık ben Karadeniz'de her gördüğüm şeyi sevdiğimden midir nedir bu tatlı da benim çok hoşuma gitti, pestil sevenlere duyurulur.
Rize
Rize denilince aklıma hep çay gelirdi, bu gerçekten de çok doğru bir izlenimmiş. Çünkü yol boyunca gördüğümüz (ağaçlık olmayan) her bölgede çay çalıları vardı. Rize gerçekten de her köşesinde çay bitkisini görebileceğiniz bir yermiş. Doğası ve havasına söylenebilecek hiçbir kötü söz yok fakat insanlar bu doğal güzellikleri Rize'de de mahvetmeye başlamış :(
Örneğin, Ayder Yaylası büyük umutlarla çıktığımız ancak büyük hayal kırıklıklarıyla döndüğümüz bir uğrak noktası oldu. Ayder Yaylası da Uzungöl gibi çok turistikleşmiş ve maalesef halkımız tarafından hor kullanılıyor. Günübirlik ziyaretçiler mangal çöplerini yaylada bırakıyor ve bu çöpler yağmur ve dere sularıyla Fırtına Vadisi'ndeki dereye karışıyor. Ayder'in yokuşunda arabalar fren balatalarını yakıyor ve yine o mis gibi dağ havası yerine balata kokusu solumak durumunda kalabiliyorsunuz.

Ayder'den biraz daha tepeye çıkarsanız Aşağı Kavron ve Yukarı Kavron yaylalarına ulaşabilirsiniz. Bu yaylalar güzelliklerinden hiç bir şey kaybetmemişler çünkü buralara araçla ulaşım pek de mümkün değil. Aşağı Kavron'a yürüyerek/araçla ulaştıktan sonra yaklaşık 2 saatlik bir yürüyüş/tırmanışla Yukarı Kavron'u da görebiliyorsunuz. Biraz daha ilerlerseniz göllerin bulunduğu alana da ulaşabilirsiniz, biz çok yorulduğumuz için Yukarı Kavron'da rotamızı sonlandırmıştık, biraz idmanlı gitmek gerekiyor :)
Yol boyunca size eşlik eden buzağılar, keçiler, danalar olabilir. Benim gibi bir hayvan severseniz bu durum çok şirin ama
"yok ben korkarım" diyorsanız da merak etmeyin, siz onlara yüz vermeden onlar size hiç yanaşmıyorlar.

Bu uzun ve acıktırıcı yolculuğun sonunda merak etmeyin yemek yiyebileceğiniz tesisler mevcut. Yukarı tırmanmak belki biraz zor, ama sonundaki o başarma hissi ve kendinizi bu tesislere deyim yerindeyse fırlatışınız bence gerçekten dünyalara değer. Hele bir de dağcılık kulüplerinin ülkenin dört bir yanından buraya tırmanıp bayrak bıraktıklarını görünce insan daha da gururlanıyor. (Tabi onlar bizim gibi hazır patikaları kullanmamışlardır ama olsun). Bu sene eylül ayında öğrencisi olarak ilk defa adım atacağım Koç Üniversitesi'nin dağcılık kulübünün de benden 1 ay önce orada bulunmuş olduğunu görünce yaşadığım mutluluğu ise anlatamam!
Artvin
Bu unutulmaz gezimizde uğradığımız son şehirse Artvin oldu. Dürüst olmak gerekirse benim her açıdan en çok beğendiğim şehirdi Artvin. Doğası, insanlarının içtenliği, yaşamın basitliği beni çok ama çok etkiledi.
Rize-Artvin yolunda mutlaka görmeniz gereken birkaç yer var: Çiftekemer Köprüsü ve Mençuna Şelalesi. Bize kalsa bilmediğimizden buraları hiç görmeden geçip gidebilirdik ama gezimiz boyunca bize hem şoförlük, hem rehberlik hem de arkadaşlık eden Cihat sayesinde bu muhteşem uğrak noktalarını da öğrenmiş olduk.


Çitfekemer Köprüsü 18. yüzyılda Osmanlı döneminde inşa edilmiş, onarımı ise 2013 yılında karayolları tarafından yapılmış. Doğrusunu söylemek gerekirse aslına bağlı kalınarak onarılmış başarılı birkaç yapıdan bir tanesi. İkiz iki adet köprüden meydana geliyor. Köprülerin altından gürül gürül bir dere akıyor ve manzara gerçekten fotoğraflık. Ancak köprülerin tepesine çıkıp fotoğraf çektirmek kimilerine göre zorlayıcı olabilir çünkü köprüler hem çok dar hem de çok eğimli.

Gelelim benim favori yerime: Mençuna Şelalesi!!! Bu şelale Çitfekemer Köprüsü'nün 4 kilometre ilerisinde. Bu 4 kilometrenin 3'ü araçla gidilebilir ama yaklaşık 1 kilometresini tırmanmak durumundasınız. Tırmanış patikası gerçekten zorlu çünkü ormanın içinden dar ve yokuşlu yerlerden ilerliyorsunuz. Öyle ki tırmanışa geçen herkesin bir noktadan sonra suratı asılıyor. Şelaleden dönenler tırmanmaya yeni başlayanları
"az kaldı az kaldı dayanın değecek" diyerek motive bile ediyorlar bazen :D Ve dedikleri kadar oluyor, çünkü bu şelale döktüğünüz her ter damlasının hakkını veriyor. Biz bu kadar büyük bir şelale beklemediğimizden ve daha valiz hazırlarken yüzmek gibi bir planımız hiç olmadığından hazırlıksız yakalandık, meğer burada yüzmek serbestmiş. Belki yüzemedik ama o buz gibi soğuk suların içinde yürümek bile tüm dertlerinizi unutup gevşemenizi sağlıyor, yorgunluğunuzdan eser kalmıyor benden söylemesi.
Şehirlerarası otobandan çıkıp Artvin'in Borçka ilçesinden ilerlediğinizde Camili adlı sınır köyüne ulaşıyorsunuz, burada konaklama imkanları var ancak biz Camili Köyü'ne 5 kilometre mesafedeki Macahel Vadisi'nde konakladık. Bu vadide insan yapımı olan tek şey bizim otelimiz olduğundan gerçekten çok ama çok huzurlu iki gün geçirme fırsatı yakaladık. (Macahel Vadisi'nde konaklamayı düşünürseniz tavsiyem aracınızı Camili Köyü'nde bırakıp otelden araç talep etmeniz, yollar gerçekten kötü.)


Camili Köyü adını gerçekten de camilerinden alıyor. İki adet 1800lü yıllardan kalma çok güzel cami gezme fırsatımız oldu. İçerideki her detay insan eliyle yapılmış ve ortaya muhteşem, sanatsal görüntüler çıktı. Yöreden insanlar da bize bu gezilerimizde eşlik etti ve çok renkli sohbetler etme fırsatı bulduk. Bu köy, sınır köylerimizden bir tanesi. Köyün okulu ve pazarının hemen yanında sınır karakolu var, burada bizim askerlerimizi az ötede de Gürcü askerlerini görmek mümkün. Görüntü çok güzel ama sınırın fotoğrafını çekmek yasak olduğundan hafızamıza kazındığı kadarıyla idare etmek durumundayız :(
Ve bu gönderinin son (evet bu yazının biteceğine ben de bir noktadan sonra inanmayı kesmiştim) mekanına, Karagöl. Karagöl Camili Köyü'ne yaklaşık 20 kilometrede konumlanmış. Burası Uzungöl ile karşılaştırıldığında gerçekten çok daha doğal, etrafında sadece bir adet tesis var, yine piknik yapma imkanına sahipsiniz ama temizlik konusunda tesis görevlileri çok duyarlı. Bu yüzden etrafa çöp bırakma imkanınız yok. Gelenler bu göldeki balıkları bol bol besliyor olacaklar ki, balıklar iskelenin dibine resmen kamp kurmuş bekliyorlardı. Benim gibi balık fobisi olan biri için bu durum her ne kadar korkunç olsa da uzaktan gözlemlediğim kadarıyla balıkları beslemek eğlenceli bir işmiş.

Umarım bu yazının sonuna baygınlık geçirmeden gelebilmişsinizdir, bana bıraksanız daha sayfalarca Karadeniz'e duyduğum sevgiyi anlatabilirdim ama sanırım bu kadarı yeterli :) Eğer bu tarz bir tur yapmayı düşünürseniz bu yazıdaki yerlere kesinlikle uğramanızı tavsiye ederim, başka keşifleriniz de olursa öğrenmekten mutluluk duyarım!